24 Temmuz 2014 Perşembe

HİPEREKOJEN İNTRAKARDİYAK ODAK-Bebeğimin Kalbinde Beyaz Parlak Leke

Gebeliğimin 20. haftası
İki kızım da sağ-sağlıklı
Bebeklerden birinin kesesinin başlangıçta küçük olması, ilk muayene eden doktorun bu anomalili bir bebek yaşamaz demesi; delinin kuyuya attığı taş misali aklımızdan çıkaramadığımız bir mesele...
Doktorumuz da normalde ayrıntılı ultrasonları ben kendim yaparım ama bu sefer benim de içim rahat değil, sizi ikinci bir gözün daha görmesinde fayda var deyince, soluğu bir doçentin muayenehanesinde alıyoruz.

Asıl korkumuz kesesi küçük olan Canan'dan yana. İlk ona bakılıyor. Tamamen normal olması içimiz rahatlatıyor. Derin bir ohhhh

Derken kalbime ikinci bir hançer saplanıyor. Nazlının kalbinde olmaması gereken bir  şey var. 

Beyaz bir leke....


Ultrason probu karnımın üstünde geziniyor, farklı farklı açılardan bakılıyor....

Aslında kalbin sağ tarafında iki farklı beyaz odak olduğunu söylüyor doktor... Odakların alışılagelinenden biraz büyükçe olduğunu da ilave ediyor.

Nedir bu beyaz lekeler: Bilimsel adı hiperekojen intrakardiyak odak (hyperechogen intracardiac focus). Kalp kasında mineral birikimi nedeni ile oluşuyor. Normal gebeliklerin %3-5'inde gebeliğin ikinci trimesterinden itibaren görülüyor. Kalbe hiçbir zararı yok. Kendiliğinden geriliyor. Ultrasonda dikkat çeken başka bir anormallik yoksa endişelenmek de gerekmiyor ama  diğer organlarda ek bulgular olduğunda Down sendromu ve Trizomi 13 riski açısından şüphe uyandırıyor.

Tabi o sırada bunların hiç birini bilmiyorum.

Doktor bebeğimin beynine, barsaklarına, böbreklerine, burun kemiğine, ensesine uzun uzun bakıyor... Geri kalan herşeyin normal olduğunu söylüyor.

Muayene bitince bizi ciddi ve endişeli bir yüz ifadesi ile karşısına oturtuyor.

Başka bir anormallik saptanmamasına rağmen kalpteki lekelerin görüntüsünün anormal olduğunu söylüyor. Sağ ventrikülde, iki adet ve oldukça büyük diyor. Amniyosentez öneriyor... Hatta bebeklerimin tek yumurta ikizi olabileceğini, ayrı yumurta ikizi olduklarından hiç bir zaman emin olamayacağımızı, o nedenle bir anormallik olmasa da hazır bir işlem yapmışken öbürüne de yapmamızı öneriyor. 

"Ya" diyor "ikisi de down sendromuysa"

Kafamda deli sorular çıkıyoruz muayenehaneden.

İki down sendromlu bebek geliyor gözümün önüne. Nasıl yaparım.

Ya da daha kötüsü biri normal, biri down sendromluysa. Birini doğurmamak için diğerini nasıl tehlikeye atarım. Down sendromlu bebeğin hayatını diğerine zara vermeden sonlandırmak mümkün mü? Değil tabi..

Sahi hasta da olsa ben bebeğimi birileri büyük bir soğuk kanlılıkla öldürürken nasıl dururum. Nasıl izlerim...

Amniyosentezin de bir riski var. Ya sırf bu işlem yüzünden aslına tamamen normal olan meleklerimi kaybedersem nasıl dayanırım...

Kara vermek için fazla zaman yok.

Ağlıyorum, ağlıyorum, ağlıyorum...

Bir gece ağlama ve anırma seanslarımı bitirmiş yatarken eşime diyorum ki " Bunlar bana allahın bir hediyesi, ne olursa olsun onları riske atamam, amniyosentez yaptırmıycam" diyorum ve düşünmeyi bırakıyorum...

Yine de bakıyorum ara ara kaçamak. İnternet hikayelerle dolu. Aynı soruna sahip olup normal doğan onlarca bebeğin hikayesi olduğu gibi, ek hiçbir anormallik olmasa da Down sendromlu doğan bebeklerin hikayesini de okuyorum.

Bir doktor olarak bilimsel açıdan baktığımda ülkemizde 2004 yılında yapılan bu çalışma içimi rahatlattı.

Nazlı veriyorum kalbinde leke olan kızımın adını.

İlk Nazlı doğuyor. Ama sezeryan dikişlerim dikilirken yanıma getirilen ilk Canan. İçime bir kor düşüyor. Doktor olan kardeşim de ameliyathane de. Gözlerim onu arıyor. 

Soruyorum "Nazlı iyi mi?"

"İyi" diyor. 

Niye gelmedi, gerçekten iyi mi?

"İyi" senin "sorduğun anlamda da iyi" diyor.

Sonunda kalbim bütünüyle mutlu. Başka hiçbir şey düşünmüyorum.



22 Haziran 2014 Pazar

Bir Şey Olur, Hayat Değişir...



Küçük dünyamda sıradan sorunları abartarak yaşayıp giderken ve kendimi dünyanın en bedbaht insanı zannederken birilerine bir şey oldu.

Sıradan bir gündü. Öncesinde ne olduğunu şimdi hatırlamıyorum. Muhtemel ki yine kendime acıyordum.Çocuklarımı uyutup yanlarına uzandım ve telefondan birşeyler okumaya başladım.

Soma, maden, göçük sözcüklerinin aynı cümlede sıralandığını gördüm.

Birşey anlamadın önce..

Sonra sonra...

Başbakan çıktı olur böyle şeyler dedi, fıtrat dedi, 1800 lü yıllardan örnekler verdi. Belediye binasından çıkışta kendisini yuhalayan ve büyük ihtimalle bir yakını göçük altında olan insanlara kızdı, birini yumrukladı. Bu ülkenin başbakanını yuhalarsan tokatı yersin diye ayar verdi.

İlk kırılma orada oldu. Kalbim kırıldı. Çünkü herşeye rağmen ben bu ülkenin başbakanına güveniyordum ve galiba samimi iki damla göz yaşı bekliyordum, tıpkı o madenci yakınları gibi. Çünkü ancak o kalpten üzülseydi, birşeylerin değişeceğini ümit edebilirdik... Bu soğuk kanlılık, bu mantıksızlık, bu zavallı mazeretler...

O insanların çaresizliğini, acısını,öfkesini, kırgınlığını, sahipsizliğini ta yüreğimde hissettim.

O barkovizyoblarda, bilgisayar ekranlarında kardeşimi, babamı, eşimi görür gibi oldum.

Orada o acı yaşanırken mutlu olmaya utandım.

1000 TL maaş için canını ortaya koyan insanlarla aynı dünyada, aynı ülkede ne gamsız birhayat yaşadığımı anca anladım, gamımdan kederimden, hayatımdan, kendimden utandım.

Kurtarma çalışmalarının devam ettiği bir gece, çocukları uyutmuş, yatağımda uzanırken, içimden kalkıp dua etmek geldi. Yat uyu diyen yanımla,şeytanımla uzun süre mücadele ettim, ama sonunda kalktım.

Abdest aldım. Evin kıblesini hatırlamaya çalıştım. Bu evde, hatta belki on yıldır namaz hiç kılmamıştım.

Nafile namaz kılıyım derken, üzerime farz olan bir yatsı namazı olduğu geldi aklıma. Abes geldi farzı kılmadan nafileye niyetlenmek.

Kuran okudum, ruhlarına gönderdim.

Sonra bekledim uyumadan sabahı. Kıldım sabah namazını.

Umutsuzdum asıl umudun Allahta olduğunu hissettim. Asıl sahibin Allah olduğunu. Asıl çarenin onda olduğunu.

Devam edeceğimi bilmiyordum ilk başta. Geçer belki de, zor gelir, unuturum yine diye geçti içimden...

Hüznü hala kalbimde taşıdığım o günlerde resmi bir dairede işim çıktı. Tüm gün sürmesi beklenen işim saat 11.00'de bitiverdi. Öyle ki her zaman iğne atsan yere düşemeyen dairede in-cin top oynuyordu ve genelde burada iş takip eden arkadaşım şaşkın bu tenhalığa bir anlam veremiyordu.

Artan zamanda Kocaeli Kitap Fuarına gittim.

Bebelere çocuk kitabı bakınırken bir arkadaşımın uzun yıllar önce bahsettiği bir kitabı hatırladım. "Fatihanın Kırk Yorumu-Haluk Nurbaki"

İnternetten yayın evine baktım, hemen iki stand ötede buluverdim.

Standda o kitaba bakınırken aynı yazarın başka kitaplarını, başka sure yorumlarını da buldum. Çocuk bana yazarın 28 kitabını kolisi ile 80 TL'ye sattı.

Eve gittim. Elimi koliye attım ve ilk kitap.... Namazın Sırları...

Sonra Gönül Pencersinden Fahr-i Kainat Efendimiz

Sonra Tek Nur.

Sonra Sonsuz Nur...

Okudukça beni sardı.

Okudukça içine aldı...

Asıl çareyi, asıl ümidi, asıl sahibi buldum...


13 Mayıs 2014 Salı

GEBELİK KESESİ KÜÇÜK OLANLAR- Bir Mutlu Son Hikayesi

Stresli bir tüp bebek tedavisinden sonra hamileliğimin yedinci haftasındayız. İlk doktor kontrolümüz.

Bebeğimiz sağlıklı.  Kalbi atıyor. 

İki embriyo transfer edilmişti,  rüyamda da iki kız görmüştüm,  ama sonuçta bir rüya.  Zaten gebelik hormonu da ikiz gebeliklerde beklendiği kadar yüksek değil. 

Çok şükür,  hiç olmayacak derken...

Mutluyuz....

Bir hafta sonra tekrar kontrole çağırıyor,  doktor.

Öncesinde bir düşüğüm var. Yedi haftalıkken kontrole gittik, sekiz haftalıkken kalbi durmuş.  İkinci kontrol 12. hafta için planlanmıştı. O zamana kadar farkedemediydik.

Kontrolün sık aralıklarla planlanması bizi mutlu ediyor.

Bir hafta sonra bebeğimin kalbinin atışını duyuyorum, derin bir nefes alıyorum.  Hala yaşıyor,  gitmemiş.

Doktorum: " size bir sürprizim var" diyor. Ultrason probunu biraz oynatıyor. 
Bir bebek, bir kalp atışı daha...

Ama diyor...İkisinin kesesini aynı ekranda görebileceğim şekilde probu ayarlayarak "bu ikincinin kesesi çok küçük, büyük ihtimalle malforme bir bebek". Bu bir süre sonra kendiliğinden kaybolur, kalbi durur yani...."

Gerçekten de ekranda birinin kese büyüklüğü portakal kadarsa, ötekinin ki ceviz kadar.

Ama kalp atışı güçlü.  Kardeşinin ki 170, onunki 172.. Baş popo mesafeleri eşit... kese normal olsa tamamen  normal bir bebek...

Doktor dosyaya not düşerken,  ben paravan arkasında toparlanmaya çalışıyorum.  Çorabımi giyerken sesleniyorum; " kaybolmazsa sağlıklı olan için sorun olur mu?" "Olmaz öyle şey diyor" diğer taraftaki ses, " yaşamla bağdaşan bir durum değil bu"

Hızlı hızlı işimi halledip çıkıyorum,  daha soracaklarim var ama doktor dosyamı da alıp çoktan gitmiş.

Başka bir doktorla devam etmek istiyoruz.

İki hafta sonraya randevu alıyoruz.

Muayenede iki bebeğim de büyümüş, ikisinin kalbi de atıyor. Birinin kesesi hala küçük,  hareketleri daha yavaş...

Bu seferki doktorum "belli olmaz" diyor. "Takip edicez..".

Aslında biliyorum, direnecek..
Ama ya hastaysaaa...

İnternette bulduğum herşeyi okuyorum.  Bilikmsel makaleler, umutlu hikayeler. ..
Forumlarda aynı sorunu olanları takip ediyorum.  Kötü haberlerini alınca üzülüyorum.
Yabancı sitelerde pek çok mutlu son var. Her biri ile seviniyorum.

En çok tutunduğum yayınlardan biri bu oldu. Zaten çok fazla bilimsel veri yok.

Özetle diyor ki gebeliğin sürmesi için kesenin çapı embriyonun baş popo mesafesinden 5 mm  büyük olmalı,  değilse gebelik büyük ihtimalle sürmez.

Bu benim için kötü haber.  Çünkü kese o kadar küçüktü ki çocuk iki büklüm durduğundan baş popo mesafesini tam ölçemiyorduk bile.

Ama iyi haber şuydu: küçük gebelik kesesi sonucu düşen bebeklerin kromozom analizleri yapılmış ve hiç birinde anomali bulunmamış. Ohhhh  demek ki yaşarsa normal olacak!

İlk üç kontrolün telaşından sonra biraz sakinledim.

Canan yaşamayı seçti.


Belki ikizi ona yardım etti. Belki yeterince gebelik hormonu üretecek kadar güçlü bir embriyo değildi ( ölçümler ikiz gebelik için düşüktü), ama Nazlı'nın ürettiği ikisini de idare etti.

Bebekler 17-18. Haftada idrar yapmaya başlar.  O haftalardan sonra kesesi de normal boyutlara ulaştı.  20. haftada ayrıntılı ultrasonumuzu yaptırdık, sapasağlamdı. (Aslında ayrıntılı ultrasonu Canan için yaptık, ama Nazlı'da sorun çıktı,-hiperekojen intrakardiak odak- bu da başka bir yazının konusu)

28. Haftada tahmini ağırlığı kardeşini geçti. Sonra tekrar geriden gitmeye başladı. 

36. Haftada Nazlı 2400, Canan 1800 gr olarak doğdu.  Geri kalmasının sebebi de doğumda anlaşıldı.  Kordon boynuna 3 tur dolanmıştı.
Onca şeye rağmen bizi yarı yolda bırakmamıştı.

Gebeliğim boyunca onların sağlıklı doğacaklarini düşünmek istedim. Kendimi buna ikna etmek için herşeyi yaptım.  En büyük umudum da bakın doğdu,  hemi de sağlam doğdu diyen ve üşenmeyip internette paylaşan anneler oldu. 

Tabi ki benim şansım genelleme yapmak için yeterli değil. Kesinlikle sağlıklı olacak dersem, kesinlikle yaşamaz diyen doktor kadar hata yapmış olurum. Ama eğer embriyo boyutları normalse ve kalp atışı güçlüylse, hele hele de yardım edecek bir ikizi varsa, yaşama ve sağlıklı olma ihtimali de var elbet. 

Sadece yüreğe bir avuç su... Nasıl yanar bilirim çünkü...


3 Mayıs 2014 Cumartesi

ISPIT, GALDİREK, KALDİREK, KALDIRIK

Bizim oralarda bir laf vardır.  "Kendi başını bağlayamayan düğünde gelin başı bağlar"diye. Korkmayın yemek yapma konusunda hiç iyi olmayan, eskaza tutturduğu bir yemeği bile tekrar yapamayan biri olarak yemek tarifi vermeye kalmayacağım. Amacım daha çok kendi memleketim olan Karabük'te Ispıt,  şu an yaşadığım Kocaeli-Kandıra'da galdirek olarak bilinen bir otu tanıtmak.

Dile sertçe gelen tüyleri olan bir yaprağın içinde mısır unu, un karışımından oluşan bir hamurla yapılan sarma. Küçüklüğümden kalma belli belirsiz bir hatıra.Babamın babaannesi yapardı.  Ben 9-10 yaşındaydım kaybettiğimizde. Ondan sonra da yapan olmadı.

Evlendim. Bu sefer kayinvalidemin elinden ama bulgurla sarılmış olarak yedim aynı yaprağın sarmasını.  Ağzıma gelen pürüzlü yapısını tanıdım. Buralarda galdirek denirmiş.Tıpa tıp aynısı olmasa da küçüklüğümden kalma bir hatıranın benzerini bulmak beni çok mutlu etti. Çocukluğumun bir dönemini birlikte geçirdiğim   gocanamın elini tutmuş kadar oldum.

Yine de Ispıt ya da galdirek nasıl birsey diye merak etmedim.  Yaprağın nasıl,  gövdesi nasıl,  çiçeği var mıdır sorup öğrenmedim. Ayağıma dolansa üstüne basar geçerdim.

Bir sabah kayınvalidem elinde legen dolusu karışık otla bahceden gelene kadar.
Otların bir kısmı maruldu. Diğer ikisini sordum. Ihlamur yaprağı ve galdirekmis. Ve bunların hepsinden sarma yapacakmısız.

Galdirek yaprağının çiğ halini ilk defa o zaman gördüm.  Tabi maruldan ve ıhlamur yaprağından sarma yapılabildiğine de ilk defa şahit oldum.

Öğrenecek ne çok şeyim var diye düşünürken kafamda bir ışık daha yandı.  İki kız annesi olduğumu hatırladım.  Ve Ispıt dolmasının unla yapılan orjinal halini gocanamdan sonra ailenin hiçbir kadınının yapmadığını düşündüm. Babaannem bile bir kerecik pisirmemisti.  Bunu öğrenmemek geçmiş,  öğretmemek gelecek nesillere ihanet değil miydi?

Anne olmadan önce hiç böyle düşünmemiştim. Bildiğim,  ucundan kıyısından yakaladığım kültürün hakkını vermeye kara verdim. Sadece Ispıtın, değil yaşlılarımızın göçüp gitmesi ile bir daha öğrenmeyecegimiz bir çok değerin kızlarıma aktarılması herşeyden çok benim tavrıma bağlı değil mi? Unutsam, unuttursam yazık olur. Yazık etmemeliyim.

Ispıt-galdirek iyi bir başlangıç olur.

İşe bitkiyi enine boyuna tanımakla başlamak istedim. Yemek tarifi kısmını yemek blogu açan hemşerilerim halletmis. Ben de tarifleri buralardan alıp deneyeceğim.

İnterneti taradığımda bitkiyi tanımaya elverecek yeterli kaynağın olmadığını gördüm.  Fotoğraflar yeterli değil,  olanlar net değil.  Bitkiyi tarif etmeye yönelik girişimler daha çok ecnebilerin yıldız çiçeği ya da borage dediği bitkiden esinlenilmis yahut yabancı bir kaynaktan çeviri yapılmış gibi ki, bence borage ile Ispıt belki akrabadır ama kesinlikle aynı bitki değil.

Sonuç olarak iş yenebilir otlara ve şifalı bitkilere geldiğinde dikkatli olmak gerektiğini düşündüğümden,  öncelikle bitkiyi iyice tanıyıp,  tanımlamak ihtiyacı duydum. Ehh ne demiş atalarımız "bilmediğin ottan otlama".
ıspıt, galdirek,hodan


Dere boylarından, sulak alanlarda kendiliğinden yetişen bir bitki ama bizim köyümüz susuz bir köy,  herkes bahçesinin bir kenarına bir kerecik ekiyor, o kendiliğinden büyüyüp yayılıyor,  senelerce de bir daha ekmeye gerek kalmıyor. 

Bazı kaynaklarda çokça dallanan bir bitkiden bahsediliyor. Oysa benim gözlemim tam tersi. Bitkinin büyüme şekli menekşe gibi. Kökten itibaren uzanan ve bitkinin alameti farikası tüysü sert yapıları taşıyan, uzunluğu 30 cm'i bulabilen sapları dallanmadan uzanıyor ve her iki tarafında aynı tüysü yapıları taşıyan ortalama el büyüklüğünde tek parça  tek bir yaprak taşıyor. Yeni yapraklar yine menekşede olduğu gibi ortadan patlıyor.
ıspıt, galdirek,hodan
Yaprak sapları
ıspıt, galdirek,hodan


ıspıt, galdirek,hodan

ıspıt, galdirek,hodan



Çiçekleri taşıyan sapı yanlara doğru yayılan yaprak saplarınin aksine dimdik uzuyor ve çiçekleri yaprakların üstünde, gün ışığında tutuyor.

Beni en çok şaşırtan da çiçekler oldu. Bitkinin fotoğraflarını  çektikten sonra internette birşey var mı diye bakınırken gördüm ki, bazı sitelerde ıspıtın kaldırık,kaldirek, zılbırk,hodan diye de bilindiği, hatta bilimsel olarak borrgo officinalis olarak adlandırıldığı belirtilmiş.
ıspıt, galdirek,hodan
benim önceleyin çektiğim fotoğraf ahanda bu


Bir de bu bilimsel isimle ingilizce sitelere bakınayım dedim ve gördüm ki elin oğlu takmış makro objektifi, basmış deklanşörün gözüne. Ve ingilizlerin "borage" ve "star flower" da dediği bitkinin  aslında bana bir yerlerden tanıdık gelen bu harika fotolarını çekmiş.  Hem de onlarca.
elin oğlunun çektiği fotolara sadece bir örnek
http://www.backyarddiva.ca/borage-2/


Yaptığım işin açık ara baştan savmalığını gördüm ve kendimden utandım. Ertesi gün bebeler gündüz uykusunu uyurken bahçe de soluğu aldım ve bu güzel fotoğrafları çektim. Yine de çok profesyonel olmadı, ama elimdeki cihaz samsung galaxi note 2, fotoğraf çekmek için üretilmiş profesyonel bir makine değil ne de olsa.  Ama yine de şu güzellik karşısında ağzım açık akldı.

ıspıt, galdirek, kaldırık,kaldirek, hodan
henüz açılmamış ve yeni açılmış pembe renkli çiçekler


ıspıt, galdirek, kaldırık,kaldirek, hodan

ıspıt, galdirek, kaldırık,kaldirek, hodan

ıspıt, galdirek, kaldırık,kaldirek, hodan

Bitkinin her yanını saran tüysü yapılar çiçeğin taç yapraklarında son buluyor. Çiçekler açılmadan henüz bir gonca iken renkleri pembe. İlk açıldıklarında bu pembenin belki bir ton açığı olan beş adet taç yaprağın her biri sanki kendi çevresinde burgu yapıyor.  Ama 1-2 gün içinde yapraklar kökten uca koyulaşıyor ve bu harika mavi rengi alıyor. İlk başta yaprakların burgu şekli zamanla düzelip yıldız çiçeğinin şeklini alır mı acaba diye düşündüm ama çiçeğin en olgun halinde de bu şekil korundu. Komşu bahçelerde de aynı gözlemi yapınca anladım ki aslında borrago afficinalis-borage-starflower ile bizim ıspıtın ve yahut galdireğin alakası yok.

Taç yaprakların ortasında beşi polen taşıyan biri dişi organ olan altı uzantı mevcut.

Zamanla taç yapraklar ve polen taşıyan uzantılar dökülüyor, ortasında dişi organı taşımaya devam eden çenekler içinde tohumlar olgunlaştıkça şişiyor. E nihayetinde de her bir çeneğin içinden dört adet toplu iğne başı büyüklüğünde tohum olgunlaşıyor.




İşte bu kadar...

Umarım bir gün bu ıspıt da ne imiş diyen birilerine, belki de benim küçük kızlarıma faydalı olur



13 Nisan 2014 Pazar

Çocuk Parkları ve Oyun Parkı Kazaları

Anne olmadan evvel çocuk parklarını matah bişey sanırdım. Belki normal anneler için gerçekten de öyledir. Ama benim için bildiğiniz eziyet.Kızlarla evde oturmak çelikten bir sinir sistemi gerektirdiğinden az biraz tetikli yürümeye başlamaları ile kendimi sokağa atmam bir olduydu. Bu minvalde kışın havaların bahardan hallice olmasını da fırsat bildik, ocak başından beri sokaklardayız. Kahvaltıdan sonra kendimizi sokağa atıyoruz, tee öğlen yemeğine kadar.

Kızlar parkın yolunu kestiremezken iyiydi. Canım istediği zaman götürüyordum. Ekseri bahçede aa böcek, ooo ağaç, yaprağa bak, hav havı kovala öyle böyle oyalıyordum. Hem böyle böyle az buçuk kelime hazneleri de gelişmişti.Ama gel zaman git zaman parktan başka atraksiyonumuz olamaz oldu. Evden çıkar  çıkmaz parkın yolunu tutuyorlar, artık herşeye güç yetirdiklerinden de zaptetmek zor oluyor. Düşünün Canan kendi kendine salıncağın önündeki emniyeti kaldırıp binebiliyor. Kaydıraktan kayanı mı tutuyum, merdivenden sarkanı mı zaptediyim, büyük bebeler tırmansın diye sağa sola iliştirilen zamazingolardan düşmesinler deyi mi yarışıyım şaşkına dönüyorum. Yoruldum bıktım çıkamasınlar diye merdivenine oturuyorum itiş kakış başlıyor,kalkın gidelim diyorum ayrı telden ağıt tutturuluyor. Bana kalsa çileden başka birşey değil, kaldırın gitsin anam.

Ama öbür yandan herkes benim gibi bir başına iki civciv ile gezmiyor. Hem az biraz büyüyüp kendilerini idare etmeye başladıklarında ben de kenardaki bankta kitabımı okuyup ara sıra göz gezdirmekle yetineceğim diye kendimi teselli ediyorum.

Yine de güvenlikle ilgili dikkatimi çeken bazı noktalar var ki çocuk kaç yaşında olursa olsun geçerlilliğini koruyor. Bebelerimin eline oyuncak bebek veririken bile on kere düşünüyorum gözü çıkarmı, saçı kopar mı, aman bitarafını yurat mı diye. Bi zahmet şu parkları imal eden efendiler, sağa sola diken beyler de bin düşünüp, bir iş yapsınlar.

Park kazaları ile ilgili pek türkçe kaynak bulamadım. Ama Amlerikada Central of Disease Control and Prevention-CDC( Hastalıklardan korunma ve Önleme merkezi diye çevrilebilir) bir istatistik yayınlamış.Buna göre amerikada her yıl 14 yaş altı 200000 bebe acile bu alet edavatla oynarken başlarına gelen kazalar nedeni ile başvuruyormuş. Bu yaralanmaların da %45'i ciddi kırıklar, iç organ yaralanmaları, kafa travması, çıkık ve uzuv kompları gibi şakaya gelmeyen yaralanmalar. 1990 ile 2000 yılları arasında 147 bebe oyun parkı kazaları nedeni ile mefta olmuş. (evlerden ırak)Adamlar istatistiği çıkarıp tee 2000 yılında bu konuyla ilgili ciddi bir çalışma bile yapmışlar. Bizde oyun parkı kazası deyi aratınca anca komik video çıkıyor, o kadar ciddiye alabilmişiz.Son zamanlarda belediyelerimiz maşallah, çocuk parkı konusunda çok gayretkeş. Her yere bi dene konduruveriyorlar. Ama bence bebelerle ilgili bir mevzu olduğunda en iyisi bebesi olmayanların kenarda beklemesi,olanların da oralarda kendi bebeleri oyanayacakmış gibi kılı kırk yararak gerekli hassasiyeti göstermesi.Benim mevcut parklarla ilgil tecrübelerim ise şöyle:
1-En sorunsuz oyuncak salıncak. Tabi bizim gibi ıssız bir parkta oynuyorsanız. Sadece bir gün evin arkasındaki parkı 9-5-3 yaşlarında üç çocukla paylaştım.  Üstelik o gün komşulardan biri de yardıma gelmişti.  Nazlı'nın kafasında salıncak çarptı.  Ben onu avuturken Canan salıncağın önündeki emniyeti kaldırmış,  komşu da huyunu bilmediğinden farketmemis salıncaktan düştü. Dokuz yaşındaki kazık kaydıragin en tepesinden ayakkabılarını salıncaktaki Canan'ın kafasına fırlattı,  kıl payı sıyırdı. Hem bebelerimin canını kurtarmak için hem de alemin bebelerinin katili olmamak için eve kaçtım. Vaktiyle aman da parklar niye ıssız,  vay da bebelere televizyon izlettiriyorlar, tüh de yavruları sokağa salmıyorlar deyi veryansın etmişliğim var ama bütün kış pepe manyağı yapılan bebelerin de başı boş sokağa salınmasinin ne tehlikeli olduğunu yaşayarak öğrenmiş oldum.

Resim yazısı ekle


2-Kaydıraklara çıkarken kullanılan merdivenler: merdiven aralıkları yüksek olmayan, malzemesi metal, plastik mestal karışımı değil mümkünse sadece plastikten olan, kenardaki korkulukları sağlam,  aralıkları bebelerin külliyen gövdeyi geçirip kendisini boşluğa bırakmasına ve yahut cüncük kafalarını sıkıştırmasina olanak tanımayacak şekilde sık parmaklıklar ya da ona göre uygun bir malzemeden imal edilmiş olan kaydırak merdivenleri ideal olanlar diye düşünüyorum.

Buradan benim bebeler sığar.


Merdiven yüksekliği Fazla.  Parmaklık aralıkları geniş


oyun parkı kazaları
Metalal ve oldukca dar. Bir düşme  anında kafa göz  allaha emanet. ,
oyun parkı kazaları
Bu da aynı oyun parkının eşşek kadar aralıkları olan ara aparatı. Değil benim cücükler ben bile geçerim aralardan
oyun parkı kazaları
Aynı oyuncağın canına yandığım kaydırağı. Kenarları kafa güz yarsın diye itina ile sivriltilmiş. Ayrıca düşüşe kolayca imkan tanısın diye dar ve kenarları alçak olarak dizayn edilmiş.
Köydeki parkımız. Merdiven yüksekliği biraz zorluyor ama full plastik. Ne varsa köyde var.


3- kaydırak: malzeme kesinlikle plastik olmalı.  Kenarlar mümkün olduğunca yüksek olmalı. Ve bebelerin zemine düşüşü mümkün olduğunca yumuşak olmalı. Yani kaydırağın alt kısmı mümkün olduğunca alçak,  zemin kum ya da yumuşak parke taşı. Çünkü bazen o kadar ters bir şekilde aşağı düşüyorlar ki ayakları ile kendilerini hemen destekleyemezlerse enselerini kaydırağın en alt ucuna çarpabilirler.


Aynı tornadan çıkmış iki kaydırak. Üstteki zemine oldukça yumuşak bir düşüş sağlaken alttaki iki yaş civarı bir bebe için yüksek.

Bu da aynı parktan ibretlik başka bir manzara. Alttaki beton kısma dikkat. Üstelik yüksek bir kaydırağın alt kısmı. Yani bebeler bu noktaya ulaştığında bir hayli hızlanmış oluyor.
İşte Bu: Zemin yumuşak parke, alt uç yere oldukça yakın
Olması gerekene bir örnek daha. Çocuk zemine ne kadar kontrollü iniyor.



Bi de bu var. Kenarları ahşap, kendisi metal bir kaydırak. Zaten bebeleri tutamayacak kadar alçak olan ahşap kenar üstüne kırılmış bir de. Ayrıca bence kaydırak kenarları da pürüzsüz bir meteryalden yapılmalı.Bebeler hızla kayarken tutunduğunda elleri aynı hızla bu kenarlarda gezinecek çünkü. Bir de oldukça ince. Düşme,çarpma anında kesebilir pekala



4- Marifetmis gibi sağa sola iliştirilen tırmanma aparatları.  Bence bu aparatlara tırmanamayacak kadar küçük olan bebelere ayrılan bölgelerden ayrı bir yere kurulmalı bu tırmanma alanları. Merdivenle çıkılan kaydırağın iki yanına tırmanma alanı koyulduğunda bir bebe düşmesin diye kollamaya dahi tek bir kişi yetmiyor inanın. Varın benim halimi siz düşünün.
Herhalde en kötüsü bu. Bir tarafı tamamen boş bırakılmış. Ne bir korkuluk, ne bir tırmanma aparatı
Ayrı bir yere kurulmuş. Bebelerimi cezbetmediği için sevdim kendisini

Ne yalan söyliyim benim bile tırmanasım geldi.

İşte böyle dostlar. Buldum bunuyorum ama ne edelim. Buda benim derdim.

Not: Bebeler 20 aylık

Hamiş: Ben böyle parklara verip veriştirince, park konusunda dertli ama dertleri bambaşka olan bir anne sevgili yusuf ve yunusun annesi Deniz Hanım yorum yazdı. Bir dünya vatandaşı olan Deniz Hanım Türkiyedeki parkların plastik ve çok korunaklı olmasından yakınıyor bu yazısında. Farklı görüşler benim için çok kıymetli. Yazı da oldukça güzel. Bir de bu açıdan bakın derim.


15 Ocak 2014 Çarşamba

Bir Öneri - Uyku Tulumu, Baby Boum

Uyurken sürekli yatağın içinde dönenip duran yavrucak ve aman soğuk almasın, aman beli açılmasın diye debelenip duran ve soğuğu en birinci düşmanı bilen yurdum annesi. Size de tanıdık geldi mi?
Ben bu sorunla kızlarım 7-8 aylıkken tanıştım. bebek battaniyeleri ile örtmek ve gece boyunca örtülü tutmak neredeyse imkansızdı. Özellikle de Nazlı uykusunda bir kere hareketlendi mi çift kişilik bir yatağın bir başından bir başına bir hamlede yuvarlanıveriyordu ve gece boyunca defalarca tekrarlanıyordu. Sürekli kalkıp örtmenin verdiği sıkıntı bir tarafa yok 'battaniyeye dolanır mı?', 'yok ağzı burnu kapanır da havasız kalır mı?' diye düşünmek de uykuları kaçırmaya yetiyordu.
Uyku tulumu bu sorun için son derece ideal bir çözüm. Ama uyku tulumu seçimi de acemi bir anne için ayrıca zorlu bir süreç. 
Kaloriferli bir evde içi dolgulu yorgan tipi tulumlar çok terletebilir. E hafif bir şey alsan için rahat etmez ince gelebilir. Torba tulumların bir kısmı alttan açılmıyor gece alt değiştirmek zorunda kalırsan çocuk çıkart tekrar giydir iyice uyanabilir. Bebek bu hızlı büyüyor alınan tulum  uzun süre kullanılamayabilir ekonomik birşey mi alsak yoksa kesenin ağzını mı açsak gibi bir sürü sorun. Bir de insanın alışveriş anına aklına yatsa bile ancak kullanırken fark ediyor eksiği gediği.
Biz Mart-Nisan gibi yaz mevsimine de girdiğimizden önce mevsimlik ince birşey almak istedik. Bu arada Unnado'da Baby Boum'un havlu tipi kumaştan üretilmiş 6-24 ay arası kullanılabilen Terry tipi uyku tulumunu aldık. İnce tek kat havlu kumaştan yapılmış bu tulumlar haziran sonuna kadar tek kat pamuklu kıyafet üzerine giydirdiğimizde işimizi gördü. Ama sonra fazla geldi ve Ağustos sonuna kadar maaile kısa kollu ve şortlarla  bildiğiniz sere serpe yattık.
Ama eylülle birlikte uyku tulumuna geri döndük. Ancak TOG değeri 1 olan bu tulumlar kış için pek yeterli gelmeyecekti. TOG derecesi kumaşın termal geçirgenliğini ifade eden bir değer. Özellikle ingilterede uyku tulumu ve yorganların sıcak tutma seviyelerini ifade etmek icin kullanılır. Tog ölçüsü ne kadar büyük olursa uyku tulumu o kadar sıcak tutar.
 Biz de kışlık daha kalın bir tulum arayışına girmiştik ki bu sefer Butikbebe deki Baby boum kampanyası aklımızı çeldi. Ve aldığımız tulumdan oldukça memnun kaldık.

Aldığımız tulum polar kumaştan. TOG değeri 1,7. Biz omuzdan ayak ucuna kadar 90 cm uzunluğunda olan ve 12-36 ay arası ( hatta bebeniz ufak tefekse 5 yaşına kadar) kullanılabilen tipini aldık. E nihayetinde uyku tulumu; giyip koşmayacak, sarınıp yatacak çok da bedene göre olmasına gerek yok, çok giysin, uzun giysin, ekonomik olsun dedik. Ama arzu edenler için 0-3, 0-9, ve 6-24 ay için olan ebatları da mevcut.

Kumaşın %100 polyester olması başlangıçta beni biraz hayal kırıklığına uğratmıştı ama çocuğun tenine değen yaka ve kol ağzı gibi kısımlara pamuklu kumaş geçirilmiş. İçine de mutlaka tek kat pamuklu bir kıyafet giydirdiğimiz için cildi son derece hassas olan benim yavrularda bile hiç sorun yaşanmadı. 



Kolların çıkarılabiliyor olması güzel bir özellik ama biz hiç çıkarmadık.

Ayarlanabilir bel lastiği 12-36 ay arası gibi uzun bir zaman aralığında kullanılabilen bu tulumlar için iyi düşünülmüş bir ayrıntı.


En sevdiğim yanı ise alt tarafını isterseniz torba, isterseniz pantolon şeklinde kullanmanıza olanak sağlayan fermuar düzeneği. Biz bu sene torba şeklinde kullanmayı tercih ettik.




 Torba şeklinde kullanmayı tercih edenler ve tulum boyu biraz uzunca gelenler için ayrıca alt taraf katlanabilsin diye çıt çıt düğmeler koyulmuş.


Çocuğu terletmeden çok güzel ısıtıyor. Oda sıcaklığı 18 C altına düşmeyen evlerde tek kat pamuklu kıyafet üzerinde oldukça konforlu.
Tek dez avantajı Baby Boum'un sitesinde 100 TL'yi bulan ve bizim gibi ikiz yetiştiren orta direk bir aile için oldukça fahiş olan fiyatı. (Bi de bu aralar bu sitede de yok) Açıkçası bu fiyata alamazdım. Ama Butikbebe'den 49 liraya aldım. 
Online alışveriş yapmak oldukça riskli bir iş. Ben de bu tulumu alırken diğer annelerin internette paylaştıkları fikirlerden faydalanmıştım. Olanın olmayana, bilenin bilmeyene borcu var. Ben de bildiğimi paylaştım.