22 Haziran 2014 Pazar

Bir Şey Olur, Hayat Değişir...



Küçük dünyamda sıradan sorunları abartarak yaşayıp giderken ve kendimi dünyanın en bedbaht insanı zannederken birilerine bir şey oldu.

Sıradan bir gündü. Öncesinde ne olduğunu şimdi hatırlamıyorum. Muhtemel ki yine kendime acıyordum.Çocuklarımı uyutup yanlarına uzandım ve telefondan birşeyler okumaya başladım.

Soma, maden, göçük sözcüklerinin aynı cümlede sıralandığını gördüm.

Birşey anlamadın önce..

Sonra sonra...

Başbakan çıktı olur böyle şeyler dedi, fıtrat dedi, 1800 lü yıllardan örnekler verdi. Belediye binasından çıkışta kendisini yuhalayan ve büyük ihtimalle bir yakını göçük altında olan insanlara kızdı, birini yumrukladı. Bu ülkenin başbakanını yuhalarsan tokatı yersin diye ayar verdi.

İlk kırılma orada oldu. Kalbim kırıldı. Çünkü herşeye rağmen ben bu ülkenin başbakanına güveniyordum ve galiba samimi iki damla göz yaşı bekliyordum, tıpkı o madenci yakınları gibi. Çünkü ancak o kalpten üzülseydi, birşeylerin değişeceğini ümit edebilirdik... Bu soğuk kanlılık, bu mantıksızlık, bu zavallı mazeretler...

O insanların çaresizliğini, acısını,öfkesini, kırgınlığını, sahipsizliğini ta yüreğimde hissettim.

O barkovizyoblarda, bilgisayar ekranlarında kardeşimi, babamı, eşimi görür gibi oldum.

Orada o acı yaşanırken mutlu olmaya utandım.

1000 TL maaş için canını ortaya koyan insanlarla aynı dünyada, aynı ülkede ne gamsız birhayat yaşadığımı anca anladım, gamımdan kederimden, hayatımdan, kendimden utandım.

Kurtarma çalışmalarının devam ettiği bir gece, çocukları uyutmuş, yatağımda uzanırken, içimden kalkıp dua etmek geldi. Yat uyu diyen yanımla,şeytanımla uzun süre mücadele ettim, ama sonunda kalktım.

Abdest aldım. Evin kıblesini hatırlamaya çalıştım. Bu evde, hatta belki on yıldır namaz hiç kılmamıştım.

Nafile namaz kılıyım derken, üzerime farz olan bir yatsı namazı olduğu geldi aklıma. Abes geldi farzı kılmadan nafileye niyetlenmek.

Kuran okudum, ruhlarına gönderdim.

Sonra bekledim uyumadan sabahı. Kıldım sabah namazını.

Umutsuzdum asıl umudun Allahta olduğunu hissettim. Asıl sahibin Allah olduğunu. Asıl çarenin onda olduğunu.

Devam edeceğimi bilmiyordum ilk başta. Geçer belki de, zor gelir, unuturum yine diye geçti içimden...

Hüznü hala kalbimde taşıdığım o günlerde resmi bir dairede işim çıktı. Tüm gün sürmesi beklenen işim saat 11.00'de bitiverdi. Öyle ki her zaman iğne atsan yere düşemeyen dairede in-cin top oynuyordu ve genelde burada iş takip eden arkadaşım şaşkın bu tenhalığa bir anlam veremiyordu.

Artan zamanda Kocaeli Kitap Fuarına gittim.

Bebelere çocuk kitabı bakınırken bir arkadaşımın uzun yıllar önce bahsettiği bir kitabı hatırladım. "Fatihanın Kırk Yorumu-Haluk Nurbaki"

İnternetten yayın evine baktım, hemen iki stand ötede buluverdim.

Standda o kitaba bakınırken aynı yazarın başka kitaplarını, başka sure yorumlarını da buldum. Çocuk bana yazarın 28 kitabını kolisi ile 80 TL'ye sattı.

Eve gittim. Elimi koliye attım ve ilk kitap.... Namazın Sırları...

Sonra Gönül Pencersinden Fahr-i Kainat Efendimiz

Sonra Tek Nur.

Sonra Sonsuz Nur...

Okudukça beni sardı.

Okudukça içine aldı...

Asıl çareyi, asıl ümidi, asıl sahibi buldum...